Marka, bir teşebbüsün mallarının veya hizmetlerinin diğer teşebbüslerin mallarından veya hizmetlerinden ayırt edilmesini sağlayan işaretlerdir. Sınai Mülkiyet Kanunu’nun (“SMK”) 7’nci maddesi, marka tescilinden doğan hakların kapsamını açıklamaktadır ve bu maddeye göre marka hakkının korunması tescil yolu ile kazanılmaktadır. Dolayısıyla SMK, kural olarak, sadece tescili markaların korunmasını sağlamaktadır. Buna karşılık, sağlanan yasal korumadan yararlanılabilmesini sağlamak için markanın tescil edilmesi zorunlu olup o ürünü veya hizmetin sunulduğu işletmeyi diğer işletmelerden ayırt etmeye yarayacak sözcük, şekil, renk vb. işaretlerin marka olarak kabul edilmesi için tescil zorunlu değildir. Yine de bu durumda, tescilsiz bir markanın nasıl korunacağı tartışma konusu olmaktadır.

Tescilsiz markaların Türk Hukuku’nda korunmasında iki önemli mevzuat; SMK ve Türk Ticaret Kanunu’dur (“TTK”). Tescilsiz markalara yönelik SMK’da sağlanan koruma sınırlı olmakla beraber, yapılan düzenlemeler esasen tanınmış markaların korunmasına yöneliktir. Aynı zamanda bu korumanın sağlanabilmesi için birtakım şartların da gerçekleşmesi gerekmektedir. Bu kapsamda, SMK madde 6/3 uyarınca, tescil edilmiş olmamasına rağmen bir markanın kullanılmış ve belli bir oranda tanınır hale gelmiş olması durumunda, bu işaret üzerinde bir hak elde edilmiş olacağı kabul edilir. Gerçek hak sahipliği kişiye, açıklayıcı etkiye sahip olan tescile karşı üstün ve öncelikli hak sağlamaktadır. Yani, markayı kullanan; ancak tescil prosedürünü yerine getirmemiş bir kişi, kullandığı markanın aynısı veya benzeri başka kişi tarafından tescil ettirilmek istendiğinde, Türk Patent ve Marka Kurumu (“TURKPATENT”) nezdinde itiraz hakkına sahip olacaktır.

Bu noktada, “gerçek hak sahipliği” tespitinin nasıl yapıldığının incelenmesi gerekir. Öncelikle, itiraz eden, gerçek hak sahipliğini gösterir delilleri TURKPATENT’e sunmalıdır. Bu delillerle, gerçek hak sahibinin markayı, üçüncü kişinin başvurusu veya rüçhan tarihinden önce kullanmaya başlamış olup olmadığı değerlendirilecektir. Yargıtay, eski tarihli kararlarında kullanımın Türkiye’de gerçekleşmesini zorunlu tutmamaktaydı; ancak bu içtihat değişikliğe uğramıştır. 2000’lerden sonra Yargıtay, “ülkesellik” ilkesine atıfta bulunmuş ve gerçek hak sahipliği değerlendirmesi yapılırken markanın Türkiye’de kullanılmasını aramıştır.

Bir diğer tartışma konusu ise söz konusu markanın bilinir olması gerekip gerekmediğidir. Bilinirlikten, markanın tanınmışlık düzeyinde olmasa da yurt içinde belirli bir bilinirlik seviyesine ulaşması anlaşılmaktadır. Yargıtay bu hususu “… gerçek hak sahipliği ilkesi gereği, yurt içinde, marka başvurusundan önce ve markaya konu işaretin tescil kapsamındaki mal ve hizmetler yönünden yoğun ve sıkı kullanım sonucu işaret üzerinde önceye dayalı hak elde edilmiş olması halinde, o işaret üzerinde gerçek hak sahibi olan kişiye öncelik hakkı tanınır. Ancak söz konusu işaret üzerindeki kullanımın, yurt içinde ve yerelden daha geniş bir coğrafyada, nizasız, fasılasız ve yoğun bir şekilde kullanılmış olması gerekir. İşaretin yurtdışındaki kullanımları, işareti kullanan kişiye yurtiçinde herhangi bir öncelik hakkı vermez. Keza işareti taşıyan mal ve hizmetlerin, yurtdışına çıkan Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına pazarlanmış olması da yurtdışındaki internet sitesine Türkiye’den alıcıların ulaşabiliyor olması da işaret sahibine yurt içinde herhangi bir öncelik hakkı bahşetmeyecektir” şeklinde ifade etmektedir. (11. HD., 2017/3943 E., 2019/1154 K., 13.02.2019 T.)

Aynı zamanda, Yargıtay’ın bir kararında “marka başvurusundan önce başkasının markaya konu işareti veya karıştırılma ihtimaline yol açacak derecede benzeri işareti başvuru konusu mal ve hizmetler yönünden ciddi surette kullanım ve bu kullanım yoluyla ayırt edicilik kazandıracak ölçüde olması halinde gerçek hak sahipliği ilkesi bu hakkı korunacak ise de, davalının, Türkiye’de bir firmaya satış yaptığına ilişkin ‘‘Starlock Push On Fastener’’ açıklamalı 2008 ve 2009 yılına ilişkin 1’er adet ve 2010 yılına ilişkin 2 adet olmak üzere sunduğu 4 adet düşük bedelli fatura, markanın ciddi surette kullanımı ve işarete ayırt edicilik kazandırılması için yeterli olmadığı gibi, davalının yurt dışındaki web sitesine Türkiye’den bir çok giriş yapılması da işaretin ülke içinde kullanımı ve işarete ayırt edicilik kazandırılması sayılamayacağını” ifade etmiştir. (11. HD., 2019/157 E., 2020/3024 K., 22.06.2020 T.) Bu sebeple, ilgili işaretin Türkiye’de aralıksız, düzenli ve yoğun bir şekilde kullanıldığını gösterecek olan ve özellikle objektif, kaynağı ve tarihi belirli her türlü bilgi ve belgenin eklenmesi gerekmektedir.

Ek olarak, Paris Sözleşmesi’nin 1’inci mükerrer 6’ncı maddesi, tanınmış markalara koruma sağlamakta olup, buna paralel olarak da SMK madde 6/4 düzenlenmiştir. Tanınmış markadan anlaşılması gereken hem Türkiye’de hem de menşei ülke başta olmak üzere başka ülkelerde bilinen, genel kabul gören ve hitap ettiği kitlece benimsenmiş markalardır. Buna göre, tanınmış marka sahibi, daha önce markasını kullanmış olmak suretiyle hak elde ettiği için markasının başkaları tarafından tescil ettirilmesine karşı itiraz hakkına sahiptir. Burada önemli olan husus ise, zaman içerisinde tanınmış marka niteliği kazanan bir markanın aynı niteliği kaybetmesi de mümkün olduğundan; değerlendirmenin önceki markanın sonraki markanın tescil müracaatı tarihindeki tanınmışlık durumuna göre yapılacak olmasıdır.

Yukarıda açıklananlar dışında incelenmesi gereken diğer bir husus ise kötü niyettir. Kötü niyetin korunmamasından sadece tescilli markalar değil, aynı zamanda tescilsiz markalar da yararlanmaktadır. Herhangi bir şekilde başvuru ve tescilde kötü niyetin korunmaması temel bir ilke olarak kabul edilmektedir. Kötü niyet iddiasına dayanılan itirazda, tescil başvuru tarihi itibariyle “markanın sahip olduğu ün” dikkate alınarak kötü niyetli tescilin var olup olmadığı tespit edilecektir. Aynı zamanda marka tescilinin kötü niyetli olup olmadığı incelenirken, kötü niyetli olarak tescil ettirildiği iddia edilen markanın kötü niyet iddiasında bulunan tarafa ait marka ile birebir aynı olup olmadığı, markanın ne derece yaratıcı ve ayırt edici olduğu, diğer markadan habersiz olarak tesadüfen tescil ettirilmiş olmasının hayatın olağan akışına uygun olup olmadığı, tescilin diğer markanın tanınmışlığından ve ayırt edicilik gücünden, reklam değerinden haksız yararlanmaya yönelik olup olmadığı gibi hususlar yanında, asıl markanın asli ve tali unsurlarının birebir tescil ettirilip ettirilmediği gibi hususlar da dikkate alınacaktır. (Uğur Çolak, Türk Marka Hukuku, 4. Baskı, Sf. 945.) Burada önemli olan husus kötü niyetin ispatıdır.

Yargıtay bir kararında kötü niyetin varlığı için “Marka korumasında ülkesellik ilkesi geçerli olup, yurt dışında tescilli ticaret unvanının aynısının Türkiye’de marka olarak tescil ettirilmesi ticaret unvanı sahibine hak sağlamayacağı gibi, tek başına marka tescilinde kötü niyete emare de teşkil etmez.” değerlendirmesini yapmıştır. (11. HD., 2019/4443 E., 2020/2514 K., 01.06.2020 T.) Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ise “Marka Hukukunda genel olarak kabul gören anlayışa göre, tescil yoluyla sağlanan marka korumasının amacına aykırı biçimde kötüye kullanılması yoluyla başkasının markasından haksız olarak yararlanmak veya gerçekte kullanılmayıp yedekleme, marka ticareti yapmak amacına ya da şantaja yönelik başvuru ve tesciller kötü niyetli olarak kabul edilmektedir. Kötü niyetin varlığı her somut olayın özellikleri göz önüne alınarak belirlenmelidir.” demektedir. (HGK., 2008/501 E., 2008/507 K., 16.07.2008 T.) Kötü niyetin tespiti için markanın Türkiye’de tanınmış olması zorunlu olmamakla birlikte, yurt dışında tescil de yeterli değildir. Bu hususu, Yargıtay şu şekilde ifade etmektedir: “Kural olarak aynı sözcüğün bir ülkede herhangi biri adına, bir başka ülkede bir başkası adına tescil ettirilmesine engel bulunmamaktadır. Somut olayda, davacı tarafça marka başvurusuna itiraz aşamasında, kötü niyetler tescil iddiasına delil olarak, markaların benzerliği ve internet alan adı bilgileri dışında başkaca bir delil sunulmadığı anlaşılmaktadır. Davalı şirketin, markayı kullanmak amacıyla değil de sırf başkalarına zarar vermek, başkalarının ticaretini engellemek gibi kötü niyet emaresi yönünde herhangi bir delil sunulmaksızın, tescil başvurusunda bulunulan markanın, bir başka ülkede başkaları adına tescilli olduğunu bilebiliyor olma ihtimali kötü niyetli marka başvurusu olarak değerlendirilemeyecektir.” (11. HD., 2018/4210 E., 2019/5769 K., 24.09.2019 T.) Bu sebeplerden dolayı, marka başvurusunda bulunan kişinin, gerçek hak sahibinin markasından haksız olarak yaralanma amacını gösterebilecek tüm bilgi ve dokümanları sunması gerekecektir. Gerçek hak sahibinin kötü niyetin korunmaması prensibine dayanarak kötü niyetli tescili terkin ettirmesi de mümkün kılınmıştır.

Tescilsiz markanın korunması asıl olarak TTK’daki haksız rekabet hükümleri çerçevesinde gerçekleşmektedir. TTK 54’üncü madde, haksız rekabeti tanımlamakta olup, devamındaki maddeler ise haksız rekabetten kaynaklanan sorumluluğu düzenlemektedir. SMK’da düzenlenen ve yukarıda bahsedilen haklardan yararlanamayan veya yararlanmasına rağmen istenen korumayı elde edemeyen tescilsiz marka sahipleri, haksız rekabet hükümlerine dayanabilecektir. TTK kapsamında, tescilsiz markası ile ilgili olarak bir tecavüzün mevcut olduğunu düşünen kişiye ve ekonomik olarak zarara uğrayan müşterilere dava açma hakkı tanınmıştır. Aynı zamanda davalarla bağlantılı olarak, ihtiyati tedbir talep edilmesi de mümkündür. Bu kapsamda, haksız rekabet sebebiyle müşterileri, kredisi, meslekî itibarı, ticari faaliyetleri veya diğer ekonomik menfaatleri zarar gören veya böyle bir tehlikeyle karşılaşabilecek olan kimse(ler);

  • Haksız rekabetin tespitini,

  • Haksız rekabetin men’ini,

  • Haksız rekabetin kaldırılmasını(ref’i) (Haksız rekabetin sonucu olan maddi durumun ortadan kaldırılmasını, haksız rekabet yanlış veya yanıltıcı beyanlarla yapılmışsa bu beyanların düzeltilmesini ve tecavüzün önlenmesi için kaçınılmaz ise, haksız rekabetin işlenmesinde etkili olan araçların ve malların imhasını),

  • Maddi ve manevi tazminat verilmesini isteyebilirler.

Ekonomik çıkarları zarar gören veya böyle bir tehlikeyle karşılaşabilecek müşteriler de yukarıdaki taleplerde bulunabilir, ancak araçların ve malların imhasını isteyemezler. Adı geçen davaların açılabilmesi için kural olarak kusur aranmamaktadır. Buna karşılık, genel hükümlerde olduğu gibi maddi ve manevi tazminat davalarında da haksız rekabete sebep olan kişinin kusurlu olması ve haksız rekabet mağduru kişi veya kişilerin zarara uğramış olması gerekmektedir. Ek olarak, haksız rekabetin TTK’daki belli hallerde gerçekleşmesi halinde, ilgili kişilerin cezai sorumlulukları da bulunmaktadır.

Marka hukukunda, her ne kadar markalara yasal koruma sağlanması başvuru ve tescil şartına bağlanmış olsa da tescilsiz markaların korunmasını sağlayacak hükümler hem SMK’da hem de TTK’da yer almaktadır. Bu sayede tescilsiz marka sahibi kişi(ler), belli şartların oluşması halinde bir başka kişi tarafından bu markanın tescil ettirilmesini engelleme ya da mevcut bir tescil varsa bu tescili terkin ettirme imkanına sahiptir. Aynı zamanda, haksız rekabet mevcutsa, tescilsiz marka sahibinin TTK haksız rekabet hükümleri kapsamında dava açabilmesi ve önleme, ortadan kaldırma ve telafi etme esas olacak şekilde taleplerde bulunabilmesi mümkün olacaktır.